19-Temmuz-2006
Görüşmelerinin birinde merhum Aila İzzetbegoviçten duyduğu bir sözü hatırlıyor Bozdağ. “Dağdakiler bize siz Türksünüz diye ateş ediyorlar. Türkiyedeki kardeşlerimiz her gün sofralarındaki pilavdan sadece bir kaşık bizim için ayırsalar, burada kimse aç kalmaz.” demiş.
Bozdağ üniversitenin son yılında akademik kariyerin önemini anlatan bir konferans dinlemiş; üniversiteden sonra master ve doktorasını yapmaya karar vermişti. Bu amaçla Milli Eğitim Bakanlığının yurt dışı sınavını gözledi; ama mezun olduğu yıl kendi bölümüne kontenjan tanınmayınca sınava giremedi. Bunun üzerine Japonya’ya gitmek istedi. Uluslar arası İlişkiler bölüm başkanı Mete Tuncoku’ndan eski Japon kültürünü dinleyince Japonları çok sevmiş; hatta bayan Hiroko Otake’den bir süre Japonca dersi alınca, Japonya’ya gitmeye merak salmıştı. Milli Eğitim Bakanlığının burs mülakatına girdi; ama bazı duvarları aşamadı.
Bunun üzerine Hacettepe Üniversitesinde Master’a başladı. Kısa süre sonra girdiği bir iş sınavını kaybetti. TBMM Başkanlığının açtığı yasama uzmanlığı sınavını kazandı. Bir gece rüyasında Meclise gitmiş; dönemin Başbakanıyla ve Meclis Başkanıyla konuşmuş; ertesi gün de beklemediği olaylar örgüsü içerisinde rüyası gerçeğe dönüşmüş ve bir hafta sonra 1992 yılının şubat ayında işe başlamıştı.
Çalıştığı müdürlükte kanunların bile daktiloyla yazıldığını, bir harf değişecek olsa her şeyin sil baştan yapıldığını, verim açısından büyük sorunlar bulunduğunu görünce, tezini TBMM’nin Verimliliği üzerinde yazdı. Kurumuna bilgisayar alınmayınca, kendi bilgisayarını işyerine götürüp masasına koydu ve bilgisayar çıktısıyla alınan ilk komisyon raporu kendi yazdığı rapor oldu.
Bozdağ 18 inci yasama döneminden itibaren çeşitli komisyonlarda raportörlük ve yasama uzmanlığı yaptı. Soruşturma komisyonlarından sonra araştırma komisyonlarında görev aldı. Sivas Olaylarını Araştırma Komisyonunun raportörlüğü sırasında toplumu siyasi ideolojilerin çıkarları uğrunda povoke eden derin yapıların varlığını fark etti. Siyasi Parti Liderlerinin Malvarlıklarını Araştırma Komisyonunun raportörlüğünü yaptı. Türkiye’nin lider profiliyle ilgili ilginç tespitlere tanıklık etti. Bilgisayarın başında bir seçimin sonuçlarını rapor ederken elindeki oy pusulalarının yırtıldığı, masasının yumruklandığı, çatışan emirler arasında kaldığı bir günü hatırlıyor.
O dönemdeki en ilginç tanıklığını Bosna Hersek’e gittiklerinde yaşadı. Hatırlarsanız, savaş devam ederken Türkiye’de bayanlar kollarındaki bilezikleri, parmaklarındaki yüzükleri bile Bosna’lı mazlumlar için feda etmiş; sonra da Türk basınının bir kısmı, halkı yardımına pişman edercesine üzücü kampanyalar yapmıştı. Paraların üzerine yatılmış iddiaları filan… Amaç ileri sürülen suçu önlemek olsaydı suç duyurusu yeterdi. Kampanyalarla halkı yardımdan soğuttular ve Sırpların ekmeğine yağ sürdüler.
Saraybosna’ya vardıklarında savaş sürüyordu ve büyük binalar harabeye dönmüştü. Türklerin Almanya menşeli yardım kuruluşu IHH oradaydı. Kaldıkları otelin Sırp nişancıların konuşlandığı dağlara bakan cephesi delik deşikti. Silah sesleri altında gecelediler ve göklerde ateş topu gibi uçan kurşunları izlediler. UNPROFOR güçlerince korunsalar da, Sırpların tuzağına düşme tehlikesindeydiler.
Holiday Inn oteli önünde yarım metre karın üzerinde yürüyen elleri yüzü donmuş, ayakları çıplak bir çocuk gördüler. Anne babası şehit olmuş ve sahipsiz kalmış.
Boşnak yetkililer heyeti büyük sevinçle karşıladılar; “parayı aldık; ama ambargo altındayız; paranızla silah aldık diyemezdik” dediler. Bosna’ya varışları Bosnalıları hem sevindirmiş, hem de bir çoğunu üzmüştü. Sevindirmiş; çünkü kendilerine en çok yardım eden milletin temsilcileri gelmişti. Üzmüş; çünkü Sırp televizyonu, heyetin görüntülerini kullanarak, “Türkler size verdikleri paranın peşine düştüler, para gönderdiklerine pişman oldular” diye propaganda yapıyormuş.
Şehirdeki ağaçlar kesilip yakılmış; otobüsler devrilmiş ve nişancılardan korunmak için bariyer haline getirilmiş. Havaalanı dışında şehre giriş çıkışlar yasak. Bir deri bir kemik kalmış insanların şehrinde, bir kişinin aylık yiyeceği küçük bir file dolusu kadar.
Görüşmelerinin birinde merhum Aila İzzetbegoviçten’ten duyduğu bir sözü hatırlıyor Bozdağ. Türklerin yardımlarına teşekkür ilettikten sonra, “Dağdakiler bize siz Türksünüz diye ateş ediyorlar. Türkiye’deki kardeşlerimiz her gün sofralarındaki pilavdan sadece bir kaşık bizim için ayırsalar, burada kimse aç kalmaz” demiş.
Muhammed Bozdağ’ın TBMM görevi daha sonra KİT Komisyonu raportörlüğünde devam etti. Yıllarca ekonominin en büyük KİT’lerini denetleyen sürecin odağında çalıştı. Kendisi TBMM’de 15 yıl çalışmıştır ve halen yöneticilik yapmaktadır.
Bozdağ, resmi görevinin yanında sürdürdüğü doktorasını siyaset bilimi alanında tamamladı. Doktora çalışmasını, siyasi yasaklara ve Türkiye’nin en büyük iki sorununa odakladı. Laiklik ve bölücülük algısı. Tezi Nobel Yayınlarından “Türkiye’de Siyasi Parti Kapatma: Laiklik Bölücülük Sorunu” adıyla yayınlandı. Yazar bu çalışmasında Türkiye’nin siyasi tıkanıklığının iki tane ideolojik soruna dayandığını iddia ediyor. “Resmi laiklik ve bölücülük söyleminin içeriği..” Eserinde, bu iki sorunu çözecek sosyal mutabakatın siyasal zemine taşınmasının çok sancılı olacağını düşündüğünü belirtiyor.
Bozdağ zaman zaman siyasi nitelikte yazılar kaleme alsa da, bireylerin kişisel ve manevi gelişime yönelerek insanlığa daha güzel hizmet edilebileceğine inanıyor. Siyasi kavgaların yakında göçeceğimiz ebedi yurdumuza bir değer kazandırmayacağını düşünüyor. Her biri ayrı bir gurubun çıkarı için yapılandırılan ideolojik odaklanmaların ve siyasi kurtarıcılıkların ülkeyi ve toplumu mikro ölçekte bölümlediğini ve içine kapattığını, bunun Osmanlı’nın torunları için çok acınası olduğunu söylüyor.
Bozdağ’a göre, çeşitli siyasal iktidarlar döneminde toplumda belli rahatlamalar oluşuyor. Ama, milletin gelişip bilinçlenmesi bazı çevreleri rahatsız edince, ülkede ya ihtilal oluyor, ya da ekonomik kriz çıkarılıyor. Bu yollarla ülkenin fakirleştirilmesine, bazıları ideolojik, bazıları ekonomik gerekçelerle, bazıları da bilinçsizce alet olarak destek veriyorlar. Sistemin iyice yıpratılmış ideolojisi de yabancı çıkar guruplarının amaçlarının maskesi olarak kullanılıyor. Öyle bir hukuk anlayışı hakim ki, cinayete kalkışan bir kez düşünse yeter; ama düşünce ifade edecekseniz yüz kez düşünmek zorundasınız.
Çareye gelince, önce bireylerin kişisel gelişimlerine ve sorumluluk bilinçlerine muhtacız… Sonra da TBMM Türkiye’nin ve milletin kalbidir. Milletvekillerinin halktan başkasına borcu yok; olmamalı. Milletin çıkarlarını Meclisten fazla koruyabilecek bir organ da teknik ve psikolojik olarak imkansızdır. Halk beğenmediğinde başka kurumları değil, ancak TBMM’yi değiştirebilir. Milletin sözünün nispeten en fazla geçebileceği tek yer TBMM’dir. Varlıklarını halka borçlu bilmeyenlerin dünyasında azimli bir halk hizmetkarlığı bulamazsınız. Bürokrasi her zaman kendi iktidarının peşindedir. Bu yüzden Türkiye’nin aydınlığının, halkın Meclisine sahip çıkıp, ondan beklentilerini izlemesinden daha sağlam bir selamet yolu yok. TBMM’nin itibarını zedeleyen her tutum, aslında, millete yönelmiş bir saldırıdır.
Ama, sorunlar var: Türk siyasetinin Batı’dan daha sübjektif uygulamaları esas alması, ahbap çavuş ilişkilerinden, grupçu, cemaatçi, tarafgir yapıdan kurtulamaması, vatandaşın da, torpil mekanizmasında başarıyı umması, Bozdağ’ın üzüntü sebeplerinden birisidir. Siyasetin alanının özgür olmadığını ve bu yüzden toplumu 20 yıl geriden izlemek zorunda kaldığını düşünüyor. AB süreci bu milletin zincirlerini kırmasına yetecek mi? Bu millet ve özellikle gençlik nereye sürükleniyor? Kahraman kurtarıcılar yine sağ sol, şucu bucu ideolojileri, mezhepsel ve etnik farklılıkları körükleyerek gençliği birbirine düşürmeyi başaracaklar mı? Osmanlının torunları olarak bu kez ders almış olmayı umalım.