Bozdağın üniversite hayatı
19-Temmıuz-2006
1989 yılında şu ilkelere karar verdi: “Kimse sebep olmadığı sorunun sorumlusu değildir; parçası da olsa üzülmemelidir. Kimse kimseden ahlakı dışında bir nedenle üstün değildir. Başarı meşhur ve zengin olmak değil, Allahın verdiği imkanları iyi niyetle ve elinden geldiği kadar değerlendirmektir…
Muhammed Bozdağın üniversite hayatı
Üniversite hayatı Bozdağ için yeni bir mücadele ortamı ve bir bakıma yalnızlık iklimiydi. Lisede Devlet imkanlarıyla beslenip barınmanın rahatlığı artık üniversite çağında ortadan kalkmıştı.
Orta Doğu Teknik Üniversitesine adım attığı ilk gün büyük şoklarından birini yaşadı Bozdağ. Üniversitesinde eğitimin İngilizce verildiğini, zaten ortaokuldan sonra kaybettiği bir yılın üstüne şimdi de bir yılını hazırlık sınıfında dil öğrenmeye harcayacağını öğrenmek ona ağır geldi. Kısa sürede bu durumu kabullendi ve sonradan yabancı dil bilmiş olmaktan hep mutluluk duydu.
Hazırlık sınıfında okurken ikinci bir şokunu yaşadı. ODTÜ’ye gelmesinin tek sebebi kaymakam olabilme ihtimaliydi ve o zaman Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dışındaki hiçbir bölüm mezunlarının kaymakamlık sınavına giremediğini öğrendi. Hayalleri çöktü; yeniden üniversite sınavına girmeyi düşünse de, kısa sürede kendini toparladı. Hayatta başarının diplomaya değil, çalışmaya ve yeteneğe bağlı olduğunu düşündü. Mezun olduğu yıl kendi bölümüne de kaymakamlık hakkı tanıyan yasa çıkacaktı; ama o çoktan ideallerini değiştirdiği için başka arayışlara yönelecekti.
Üniversite hayatı boyunca İsmail amcasından bir kez 500 mark yardım aldığını hatırlıyor. Kastamonulu bir fabrikatörden gelen burs da dört ay sürmüştü. Kredi Yurtlar Kurumuna yaptığı başvuru da, kodlama hatası yüzünden çıkmamıştı. Üniversitesi yemek buru verinceye kadar ilk bir yıl öğlen yemeği yiyemedi.
Biraz daha cesur olsa, kendini ifade edebilse ve utangaçlığını aşabilse, bu denli ağır yükler altında kalmayacaktı. Çekingenliği yüzünden kimseden de yardım isteyemiyordu. Sonraki yıllarda öğrenim kredisi çıktığı halde, kimseye gidip kendisine kefil olmalarını talep edemiyordu. Üniversitenin son yılında bu durumunu fark eden bir kişinin aracılığı sayesinde, son sınıfta öğrenim kredisi alan tek öğrenciydi.
Üniversite hayatında ciddi bir sorgulama ve derinleşme süreci yaşadı. Yoğun okuma çabaları sergiledi. ODTÜ’lü öğrencilerin kurduğu Derya Kütüphanesinde bazen bir günde dört kitap okurdu. Okumakta gösterdiği hırs yüzünden psikolojik dengesini bozdu ve toparlanıncaya kadar bir süre kitap okuyamadı.
Yabancı dilini geliştirmek için arkadaşlarıyla pratik yapmak istediyse de kimse derslerinden başını kaldırıp davetine yanaşmadı. Bunun üzerine üniversitedeki yabancı öğrencilerle dostluklar kurarak yabancı dilini geliştirmeyi denedi. Bu dostluklar, özel bir gurubun oluşmasına yol açtı. Evinde dini ve felsefi konularda İngilizce sohbetler ve konferanslar vermeye başladı. Çekirdekleri bu şekilde atılan çalışmalar ve arkadaşlıklar daha sonra bir vakfın kuruluşunda temel olacaktır.
Üniversitesinin en sevdiği yanı, muhteşem doğal ortamıydı. Her fırsatta kampus binalarından uzaklaşır, tek başına ormanlara ve bitkiler dünyasına dalar, doğal ortamdaki işleyişleri ve ilişkileri incelerdi. Bir gün kütüphane çıkışında kar kristallerin geometrik düzenini ilk kez fark ettiğinde bağırtılarını duyan arkadaşları, çok çalışmaktan delirdiğini düşünmüşlerdi.
Bu dönemde bazı lise öğrencileriyle eğitim kamplarında bulundu. Derslere ve dar kapsamlı konferanslara yöneldi. Hayatının bir yanı okuldaki dersleri; daha büyük diğer yanı, sosyal ve eğitsel amaçlı faaliyetleriydi.
Üniversitenin ilk yıllarında çok sessizdi. Zaten derslerden çıkar çıkmaz okuldan kaybolur ve diğer işlerine koşardı. Bölümünde en çok sevdiği ve en çok birlikte olduğu arkadaşı, sonradan BDDK Başkanı olacak Tevfik Bilgin’di. Tevfik Bilgin okul yıllığına arkadaşı Bozdağ hakkında, “Elinde bond çantası ve yüzünde tebessümü eksik olmayan, geleceğin büyük yazarlarından” yargısını yazmıştı.
Üniversitenin ilerleyen yılları Bozdağ’ın kişisel gelişim yolculuğuna yoğunlaştığı, içindeki engelleri aşmaya adandığı dönemdir. Yabancı öğrencilerle dostluğu uzaklardaki dünyayı ve kültürel farklılıkları algılamasına yol açtı. Yeni ve değişik fikirlere ilgili ve açık olması, ilgi alanını, okuduğu kitapların niteliğini ve kavrayışını etkiledi.
Üzerinde taşıdığı ağır psikolojik yükleri birbiri ardına yaşadığı duygusal sarsıntı ve sorgulamalarla birer birer attı. Bir çok konuda yanlış düşündüğünü, başkasının hatalarını üstlendiğini, içindeki kalıpları aşabilirse, başarı ve etkinliğinin de değişeceğini fark etti. Bu yeni zihinsel durum, hayatında, ilişkilerinde ve üretimlerinde birkaç kat güçlenmeye yol açacaktır.
1989 yılında şu ilkelere karar verdi: “Kimse sebep olmadığı sorunun sorumlusu değildir; parçası da olsa üzülmemelidir. Kimse kimseden ahlakı dışında bir nedenle üstün değildir. Başarı meşhur ve zengin olmak değil, Allahın verdiği imkanları iyi niyetle ve elinden geldiği kadar değerlendirmektir. Allaha dost olmayı başaramayanın tüm başarısı bir gün sıfırlanır. Görevini yapan karınca da olsa, zirveye çıkacağı gün gelir. Kimsenin değil, kendi kusurlarımla ilgilenmeliyim. Bana verilen yetenekler Yaradana verdiğim hizmet sözlerimdir. Siyaset, ideolojiler, sağ, sol filan hepsi palavra; her biri ayrı bir odağın çirkin çıkarlarına hizmet ediyor. Allahı sevmeyen insanı sevemez; insanı sevmeyenin kalbimde sinek kadar değeri yok.”
Bu yeni ilkeler bir süre dengesini bozdu. Meydan okumaksızın, saygı içerisinde kendi doğrularına sahip çıkmayı da zaman içerisinde öğrendi. Bu dönemde kısa bir süre siyasetle de ilgilendi. Demokrat zihniyete tutunan Demirel’in ne büyük kurtarıcı olduğu masallarını yaymaya uğraştı. “Baba”nın evine girip çıktı. Demirel ve çağdaşı siyasilerin siyasi yasaklarının kalkması için gösterdiği fanatizmden ve broşür filan dağıtmaktan sonradan pişman olmuştur. Hatta, siyasetin en temizlerin elinde bile çıkar paylaşımından kurtarılamadığını okulunu bitirmeden fark ederek, siyasi fanatizmden uzaklaşmıştır. Kendisine göre milletin yapması gereken en onurluca siyasi tutum, verilen sözleri madde madde yazmak, sonra da hayrı ne olursa olsun, sözünü tutmayan siyasileri zerre acıma göstermeden tarihin sepetine atıp terk etmek olmalıdır. “Yalan söyleyen, melek olsa şer dağıtır” der Bozdağ.
Bozdağ, bir keresinde apartman çıkısında yolunu kesen postacının “Sen Muhammed misin?” sorusunu hatırlıyor. Verdiği “Nereden tanıdınız?” karşılığına, “Bu mahalleye taşıdığımız mektuplar senin evine getirdiğimiz kadar değil” cevabını alıyor. O dönemde Bozdağ yoğun bir mektuplaşma gayretine girdiğini, dostlarına her akşam mektuplar yazıp sabahları posta kutusuna attığını hatırlıyor.
Geliştirdiği disiplinli çalışma alışkanlığı sayesinde dersi derste öğreniyor, her saatin sonunda beş dakika tekrarlıyor ve akşam o günün konularını 15 dakikada gözden geçiriyordu. Bu tutumla kısa sürede en yüksek notları almaya başlayınca, yeniden birincilik hevesine kapıldı. Bu hevesle girdiği hırslanma sürecinde, diğer tüm vakıf hizmetlerini, okumalarını yazmalarını bıraktı. Ardından büyük bir manevi tokat yedi. Girdiği ilk sınavda zihni durdu ve en kötü notu aldı. Birincilik hırsını bırakarak normal çalışma düzenine geri dönmek suretiyle durumu kurtardı.
Üniversite hayatı boyunca hep hastaydı. Özellikle kış bastırınca, ama hemen her gün şiddetli baş ağrıları yaşardı. Ankara’da neredeyse dosya açtırmadığı hastane kalmadı. Doktorlar hastalığına çare olamadılar ve aldığı kimi ilaçlarla daha kötü olunca doktora gitmeyi kesti. Bir gece sinüziti iyileştireceği zannıyla bitkisel ilaçtan bol bol kullandı. Vücudu alerjik tepki gösterince, ölümden döndü. Çare arayışları işe yaramıyordu.
Yıllar sonra bir hastane müdürünün kapısında beklerken, artık ölüm vaktinin geldiği düşüncesiyle son duasını yapıp ilk vasiyetini yazmış; cenaze masrafları için İsmail amcasından yardım istemiş ve kitaplarının Salih kardeşine emanet edilmesini dilemişti.
Sonradan TBMM’de işe başlamanın getirdiği parayı kullanarak bu kez özel tedavinin işe yarayacağını sanmakla da yanıldığını gördü ve hastalığını sevmeye karar verdi. Bundan sonra yaptığı şey her gün 45 dakika yürümek ve günde bir bardak portakal suyu içmek oldu. İki ay içinde yılların ağrıları geçiverdi.
Üniversitede en üzüldüğü ve en ağır infialler yaşadığı kişi İnkılap Tarihi Hocası Gürbüz Tüfekçi’ydi. Gürbüz hoca “Atatürk’ün Düşünce Yapısı” isimli kitabını anlatmak üzere kürsüye çıkar ve düşüncelerini Atatürk’e dayandırdığını iddia ederek, İslam dinine yapılmadık hakaret bırakmazdı. Her derste peygamberleri tarihin en ağır yalancılığıyla itham ederdi. Dinleri büyücülerin uydurduğundan, insanların tırtıllardan türediğine kadar bir çok düşünceyi İnkılap Tarihi diye kocaman üniversite öğrencilerine yutturmaya çalışır ve inançlı gönüllerin kalplerinin kanını kurutarak sınıfı terk ederdi. Sonra da geriye dönüp “sizi gidi dinciler, elinizden gelse beni boğazlarsınız” diyerek, bir de katiller sürüsü muamelesi yapıp çekip giderdi. Üniversite hayatı boyunca baş ağrılarından kat kat fazla acıyı, şerefi ve varlığının tek anlamı bildiği dinine Gürbüz hocanın savurduğu küfürlerden çekti.
Okuduğu bölümde katı bir ideolojik guruplaşma izlenimi vardı. Bölüm hocaları belli bir ideolojiye mensup görünüyorlardı ve bölümün liberal görünümlü en sempatik hocası bölümün tek profesörü Mehmet Gürkaynak’tı. Gürkaynak dışındaki hocalarla iletişim kuramadı. Dünya görüşünü benimsemese de Gürkaynak hoca gerçekten sevdiği ve hala sevgiyle hatırladığı bir kişilik olmuştur. Bozdağ Japonya’ya Mombusho bursuyla gitmek istediğinde Gürkaynak hoca tavsiye mektubu yazmaktan çekinmemiş; ama mektubuna iki kez, Bozdağ’ın utangaç olduğunu vurgulama ihtiyacı duymuştur.
Uzun bir beş yıl uçup gitti. Bozdağ nihayet bölümünden mezun oldu. Beş yıllık kampus hayatı, yemekhane, okul sıraları, koridorlar, kütüphane, arkadaşlar, çam ağaçları, çiçekler, üçlü amfideki mescit, hepsi tarih oldu.
Şimdi hayata nasıl tutunacaktı? Neyi, nerede, nasıl yapacaktı? Üniversite yıllarında düşündüğü ve planladığı her şey önünde, ama hesaplamadıkları karanlıklarda gizliydi.