Kibir büyük bir vicdan hastalığı… İnsanın kendini diğer insanlardan büyük ve üstün görmesi… İnsanın Allah’a karşı acizliğini, muhtaçlığını yürekten hissetmemesi… Az veya çok, büyüyen veya küçülen bir büyüklenme hissi… Allah’a muhtaçlığını idrak edememe hissi… İşte küfrün kardeşi ve cehenneme düşenlerinin tümünün yakalandığı en ağır veba… Bu kibir iyiliklerimizi neden ve nasıl yok ediyor? Kendi kişisel deneyimimden küçük bir kesitle açıklamak isterim:
Rahmetine yürekten boyun eğmekle yüceliğine yaklaşırız. Oldum, erdim piştim, ne iyi ibadet eden bir dindarım tavrıyla sağdan ve secde etmeyi kibrimize yedirmeyerek de soldan yaklaşan şeytanın etkisine düşeriz. Yani şeytan, insanı sureten dindarlaştırarak da Allah’tan uzaklaştırabilecek derinlikte bir kurnazlığa sahiptir. Şeytan da zaten vaktiyle Allaha en yakın kul değil miydi ve o en yakınlığını içinde kötüye kullanarak en uzak kula dönüşmemiş miydi? Allah riya dolu dindarlıktan kalplerimizi korusun. Bu konuda yaşadığım bir uyarılmayı sizinle paylaşmak istedim:
Allah’a karşı içtenlikle hiç olmanın ihtişamlı lezzetini doya doya yaşadığım bir dönemde, bilgiler kalbime çağlayan gibi akıyor, satırlara dönüşüyordu. Bu iklimdeyken, günün birinde bir okuyucum bana, “Hocam sizi rüyamda gördüm, şöyle böyle muhteşem manevi hizmetler yapıyordunuz.” dedi.
O sözün verdiği sevinçle sarsıldım da, o anda sınandığımı unuttum. Böylece, maneviyatımın düzeyine gizli bir kibirle sevindiğim sırada açılan boşluktan, şeytan bilinçaltıma giriverdi. İçimde yavaşça beslenen bir büyüklük, önemli işler yaptığıma inanma hissi yeşermeye başladı. Birkaç gün içerisinde kalbim karardı ve adeta kalemim kırıldı. Hafta geçmeden başka bir dosttan bir uyarı geldi: “Hocam sizi rüyamda gördüm, sabah namazına kalkmaya zorlanıyordunuz.”
Utandım, ürperdim, başımdan soğuk terler döküldü, üzüldüm, hatamı şükür ki hemen keşfettim ve tekrar tövbeye tutundum. Hatırladım ki, ‘Allah konuşturmazsa konuşamam, yazdırmazsa yazamam. Ne iyilik yaptıysam, Allah’ın yaratmasıyla yaptım. Kötülüklerime ise kendi isteklerim üzerinden ulaştım. Secdeyi yeni keşfetmişçesine boyun eğdim ve Mevlana Rumi’den okuduğum aşağıdaki tevazu dersinin kalbime derinden işlemesini diledim:
‘Ne mutlu o kimseye ki nefsini aşağılatmıştır. Vay o kişiye ki serkeşlikte dağ gibi başını kaldırmıştır. Bu ululanma bil ki zehirli şaraptır ve o şarapla ancak aptal kişi sarhoş olur. Bir zavallı kimse zehirli şarabı içti mi bir zamancağız neşeden başını sallar ama sonra zehir canına tesir eder de can verip can almaya başlar.
Kılıç boynu olanın boynunu keser. Gölge ise yerlere döşenmiştir, o hiç yaralanmaz. Ululanmak fazla ateştir a azgın; kendini nasıl oluyor da ateşe atıyorsun? Yerle bir olan bak hele oklara hedef olur mu hiç? Bu benlik davası halkın merdivenidir ve halk sonunda bu merdivenden düşer. Bu yücelik davası Allah’a şirk koşmaktır.’ Öyleyse gelin, boynumuz gölgeler gibi yerlerde sürünsün, benliğimizi kulluk okyanusunda kaybedelim ki, şefkati engin bir benlik bulalım.” Muhammed Bozdağ